M. Murat GÜN
GDO’suzlar, GDO’lulara baka baka GDO’lulaşıyor
“Nasıl çıkacağını bilmediğin deliğe girme” – atasözü-
Bir bakan; “bu kanunla GDO’lu üretimin önü açılmış olacak”
Bir başka bakan; “risk yok”
Bir müsteşar; “GDO’ya karşıyız”
Bir bilim adamı “Sağlık üzerindeki bu aşırı negatif etkileri beni şoke etmiş durumda”
Ve onlara bakan bizler; biz dün ne isek bugünde oyuz, yarında aynı olacağız. Ha GDO’lu, ha GDO’suz. Çünkü bilime güvenimiz sonsuz!
Ülkemize girişinde belirsizlikler olan GDO’lu ürünler, 2010 yılında çıkarılan kanun ve 2014 yılında son şekli verilen yönetmelilerle ülkemize nasıl gireceği ve nasıl işlem göreceği belirlenmiş oldu. İyi tarafı artık izlenilebilir olması. Kötü tarafı artık yem kaynaklı da olsa GDO’nun girişi yasal hale gelmiş oldu.
Bir canlıdan alınan genlerin başka bir canlıya aktarılması sonucu ortaya çıkan yeni canlıya Gentiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) denmektedir. Günümüzde büyük ölçüde özel sektörün elinde olan ve büyük maddi kazanç getiren GDO’lu ürünlerin üretimi hızla çoğalmaktadır. Yediğimiz tarımsal ürünlerin bir çoğunda, marketlerde satılan hazır gıdalar hatta hazır bebek mamalarında dahi GDO’ya rastlamak mümkün.
GDO (genetiği değiştirilmiş organizmalar) gündemimizden düşse de, düşürülse de, tezgahlardan, soframızdan ve bünyemizden düşmüyor, düşmeyecek.
GDO geri dönüşü olmayan bir yoldur. Bedel ister. Pazarlık yapmaz. İstediği bedeli alır. Ama her zaman senin istediğini vermez. Belki çoğu kere isteneni de vermez. GDO kötü ile iyinin yarıştığı bir zemindir. Ama galiba kötülerin üstünlüğünde seyreden bir yarıştır.
Dün
Her şey iyi niyetle başladı.
1970’lerde tarımsal ilaçlar ve kimyasal gübrelerin çevre ve insan üzerindeki olumsuz etkilerinin kanıtlanması, nüfus artışı ve buna bağlı olarak besin ihtiyacı artması, tarım arazilerinin tahribata uğraması sonucu besin maddesi yönünden fakirleşme tehlikesi, bilim dünyasını yeni arayışlara itmişti. Bilim dünyası DNA molekülü üretmeye başlamış ve daha sonra benzeri çalışmalar artarak devam etmiştir.
İlk kez 1996 yılında ekimine başlanan GDO tohumlarının ekim alanları, miktarları ve ticareti giderek yaygınlaştı.
Önceleri biyoteknolojinin tarım ürünleri konusunda büyük gelişmeler sağlayarak dünyada açlığın giderilmesinde devrim yaratacağı müjdesi veriliyordu. Ancak daha sonra genetik mühendisliği, özellikle de biyoteknoloji, özel sektöre geçmeye başladı. Böylece özel sektör büyük maddi kazanç getirecek başka çalışmalara yöneldi.
GDO’ların kontrolünü sağlayarak biyolojik çeşitliliğin korunmasını amaçlayan Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nü, 2000 yılında imzalayan Türkiye, en kısa sürede ulusal biyogüvenlik kanunu düzenleyeceğini taahhüt etmişti.
Ancak hem yerli üreticilerin hem de ABD ve Avrupa Birliği (AB) merkezli küresel tohum ve gıda şirketlerinin baskısıyla, yasal düzenlemeyi sürekli erteledi.
Bu durumda da GDO’lar 2010 yılına kadar, yasal boşluktan yararlanarak ülkeye serbestçe girdi.
Türkiye Biyogüvenlik Kanunu’nu hazırlayarak 2010 yılında çıkardı. Tarımsal ürünlerde yem hariç, GDO’ları yasaklayan ve izinsiz GDO kullananlara 12 yıla kadar hapis cezası uygulamayı öngören bu yasa, GDO’ların tamamen yasaklamasa da, sıkı denetleneceği izlenimi veren bir görüntü çiziyordu.
Kanuna ait yönetmeliğin son şeklinde; “yem ve gıda ayırımı yapılmaksızın, bir üründe %0,9 oranında olan GDO’ları, “bulaşan” olarak değerlendirerek o ürünleri GDO’lu ürün statüsünden çıkarılması” Türkiye’nin GDO konusunda kararsız ve müdahaleye açık durumunu devam ettirmiştir.
Bu çıkan kanun ve yönetmelik her ne kadar durumu yasalar çerçevesinde kontrol altına almış görünse de başka sorunları ve endişeleri beraberinde getirmiştir.
Bunun sonucunda Türkiye; İhracat pazarlarında daha sıkı denetimlerle karşılaşmış ve karşılaşmakta, yerli üretici ve çiftçilerin, yüksek kardan dolayı GDO’lu ürünler üretmeye yönelmekte çiftçilerin GDO’lu tohum ekmesi sonucu tarlalarda GDO’nun yaratacağı zirai zararlarla karşılaşma ihtimalinin kaçınılmaz olacağı kabul edilmektedir.
GDO ithalatını destekleyen kesim ise GDO’lu ekimin rekolteyi yükselttiğini ve maliyet avantajı yarattığını savunuyordu.
Bu kararı destekleyenler, Türkiye’nin modern tarıma karşı kayıtsız kalamayacağını ve bu teknolojiye bir an önce geçilmesi gerektiği görüşünde birleştiler.
Bu konularda hassasiyeti olan sivil toplum kuruluşlarından sesler yükselmekte gecikmedi. GDO’ya izin vermenin Türkiye’yi bu tohumlara karşı bağımlı yapmak anlamına geleceğini ifade edenler oldu.
Artık doğal ürünlerle beslenemeyeceğimiz vurgulandı. çocukları GDO’lu ürünlerden koruyamayacağımız dile getirildi.
GDO konusunda dünyada çok sayıda araştırmalar yapıldı. GDO’nun sağlık üzerindeki etkileri hakkında yapılan en çarpıcı çalışmalardan biri biyolog Profesör Gilles-Eric Seralini’nin ekibiyle yaptığı çalışmada;
24 ay boyunca NK603 genetiği değiştirilmiş (GD) mısırı ve yine Roundup yabani ot ilacının (herbisit) fareler üzerinde etkilerini inceledi.
Çalışmanın Sonucu: bu farelerin, standart bir diyet uygulanan farelerden daha hızlı kansere yakalandıkları ve daha erken öldükleri, diyetleri NK603 ve Roundup’dan oluşan bu fareler, göğüs kanserine yakalandığı, karaciğer ve böbreklerinde ciddi hasarlar oluştuğu tespit edildi.
Sadece uluslararası politikaya müdahele etmekle sınırlı kalmayan güçlü GDO lobisi, bu alandaki araştırmaların kendi aleyhlerine olduğunu görünce bilim dünyasına da doğrudan müdahale etmekten geri durmadılar.
O yıllarda Gıda ve Kimyasal Toksikoloji alanında yayın yapan bilim dergisi, baskılar sonucunda bir yıl önce yayımladığı ve biyoteknoloji dünyasında bomba etkisi yaratan Seralini araştırmasını yayından kaldırdı.
NK603 çeşidi, Roundup herbisitine dayanıklı gen içeren ve tarlada üzerine Roundup herbisiti uygulanarak yetiştirilen bir GD mısır çeşidi.
Bugün Türkiye’ye giren ve hayvan yemi olarak kullanılan GD mısır’ın 6’sı bu araştırmanın konusu olan NK603 ve türevleridir. (bkz.Biyogüvenlik Kurulu Kararları).
İlk üretildikleri dönemden bu yana tartışma konusu haline gelen genetiği değiştirilmiş gıdalarla ilgili yapılan araştırmalar sonucunda, verim artışı sağlamasının yanında insan sağlığını ve ekolojik çevreyi tehdit ettiği kesinleşti. ABD Tarım Bakanlığı, yaptığı araştırmalar sonucunda GDO’lu ürünlerin daha çok verim sağladığından dolayı üretildiğini, ancak insan sağlığının ihmal edildiğini ortaya koydu.
Bugün
GDO teknolojisinin tarıma uygulandığı 1996 yılından bu yana transgenetik ürün sayısı çeşitlendi, dünyada bu tohumları kullanan çiftçilerin sayısı ve alanı hızla arttı. 1996’da başlayan ilk GDO’lu üretim yapılan tarım arazı genişliği 1.7 milyon hektar iken, 2015 yılı itibarı ile 40 ülkede ve 200 milyon hektara ulaşmış durumdadır.
En büyük GDO üreticileri ABD, Kanada, Brezilya, Arjantin, Çin ve Hindistan’dır. En çok üretilen ürünler soya, mısır, pamuk ve kanola gibi bitkilerden, GDO teknolojisiyle 1000’in üzerinde türev ürün elde ediyorlar. Büyük paralar kazandıkları gibi tarımsal alanda da kontrolü ellerinde tutuyorlar.
Amerika Birleşik Devletleri dünyadaki en büyük GDO üreticisi ve kullanıcısı olan ülkedir. ABD, Arjantin ve Kanada, Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin bir parçası olan Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nü imzalamayan ülkeler arasındadır. Dolayısıyla Protokol’e taraf değildirler.
İhtiyaç nedeniyle başlayan, biyoteknolojideki bilimsel çalışmalar günümüzde bambaşka bir alana evrilmiş durumdadır.
Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde önemli katkıları olmuş olsa da bir çok hastalığın da sebebi ve tetikleyicisi olduğu artık aşikardır. Bunun yanında yeni bir pazar, uluslararası bir kontrol mekanizması, para ve rant kapısına dönüşmüş durumdadır.
Dünyadaki silahlanma, savaş, siyasi çekişme ve hükmetme arzusu düşünülürse, bu alanın ne kadar istismara açık olduğunu tahmin etmek güç değildir.
Dünyada GDO’lu ürünlerle ilgili iki temel yaklaşım vardır:
1. GDO’lu ürünlerin geleneksel ürünlerle aynı olduğunu ve risk taşımadığını savunan, aralarında ABD, Çin, Hindistan, Kanada, Arjantin, Avustralya, Brezilya, Yeni Zelanda’nın da bulunduğu “GDO Taraftarı” ülkeler.
2. GDO’lu ürünlerin geleneksel ürünlerden farklı olduğunu ve risk taşıdığını savunan “İhtiyatlı Yaklaşan” ülkeler.Bunlar, Türkiye ve AB üyesi ülkelerdir. Bu ülkelerde, bilimsel organlar tarafından risk değerlendirmeleri yapılmaktadır.
Bu her iki yaklaşımda kendi yaklaşımına uygun örgütler kurmuş ve bu alanda etkinliğini ve izlenilebilirliği sağlamaya çalışmakata, bilimsel veriler oluşturmaktadırlar.
Geçtiğimiz günlerde Nobel ödüllü 110 bilim adamının imzaladığı mektupta GDO’lu tarım ürünleri ile ilgili şöyle denildi: “Greenpeace ve onun destekçilerine düşen, biyoteknolojiler sayesinde geliştirilen kültürleri yetiştiren dünya çapındaki çiftçilerin deneyimlerini gözden geçirmeleri, sağlık otoritelerinin düzenlemelerine uygun GDO’lara karşı kampanyalarına son vermeleridir.”
İnsanlığın faydasından çok zararına kullanılır hale gelen ve bir çok ülkede yasak olan GDO ile ilgili olarak bu kadar çok sayıda bilim adamı, bu kadar destekleyici açıklamayı niye yapmış olabilir?! Aslında mektupta bir püf nokta var. O da “uygun GDO” vurgusu. Yani faydalı olduğuna inandıkları GDO’dan bahsediyorlar. Ama para ve kazanç amaçlı bir noktaya gelmiş olan sektör bu uygunluğu ne kadar dikkate alır!?
Dünyada açlığın giderilmesinde devrim oluşturacağı söylenen genetik mühendisliği ve biyoteknoloji, özel şirketlere geçmiş ve büyük maddi kazanç getirecek alanlara kaydırılmışken insanlığın faydasına gelişmeler beklemek ne kadar gerçekçi?!
Yönetmeliğimizle ilgili yaygın görüşlerden biri olan; toplumu ilgilendiren hassas konular hakkında, halkın yeterince bilgilendirilmediği görüşü hala güncelliğini korumaktadır.
Yönetmelik, Gen sahibi ithalatçıya, ithal ettiği GDO’lu ürünlerdeki riskli durumları bildirmesi, raporlaması, ürün üzerine açıklayıcı not yazması gibi sorumlulukları yüklemektedir. Ancak bu konunun ilgilileri; “Bu kadar dürüst ithalatçı bulabilir miyiz?“ diye sormaktan kendini alamıyor.
Bu ithalat izninin yakın zamanda Türkiye’de GDO’lu ürünlerin ekiminin önünü açacağıda ciddi iddialar arasında.
Bugün izin belgeleri, ilgili mevzuata göre İl Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüklerince veriliyor. İthalat ve ihracatta işlemlerin 2-3 gün gibi kısa sürede sonuçlanması gerektiği düşünülürse, kontrolün ne kadar sıhhatli yapılabildiği konusu da tartışmaya açık demektir.
Yarın
Üretenlerine büyük kar getiren ve sadece ekonomik değerleri yükseltme konusunda gerçekçi görünen GDO’lu besinler dünyayı doyurabilir mi? Genetiği değiştirilmiş organizmaların üretiminden kar edenler, 2050 senesinde dünya nüfusunun 9.6 milyara ulaşacağını ve bu nedenle hızlı ve kesin sonuç veren GDO’lu besin üretiminin gerekli olduğunu savunuyor.
Bu görüşe muhalif olanlar ise, GDO’lu besin üretimini hızlandırmak yerine, açlık sorununu, fakir ülkelerdeki çiftçilere modern tarım yöntemlerini öğreterek ve dünya çapında gıda israfını önleyerek doğal yöntemlerle azaltmayı öneriyor.
GDO yaygınlaşmaya devam ederse;
GDO’lu bitkilerin kimyasal ilaçlara dayanıklı olabileceği, bu dayanıklı ürünlerin bir sonraki yıl da çıkabileceği ve kültürel olarak kontrol edilmelerinin zor olacağı,
Böceklerin genetiği değiştirilmiş bir organizmadaki genlere karşı bağışıklık kazanabilecekleri,
Genetiği değiştirilmiş bitkiler toprak içinde bulunan doğal canlı yaşamına zarar verebileceği, böylece besin döngüsünü sona erdirebileceği,
GDO’lu ürünler yeteri kadar besleyici olmayabileceği ve hazmının zor olacağı,
Genetiği değiştirilmiş organizmaların toksik, alerjik, teratojenik (anne karnındaki bebekte görülen yapısal anomaliler) zararları olabileceği,
Çok sayıda bilim insanının gen aktarımı yoluyla şimdiye dek yüzlerce yaratık meydana getirmiş olmaları, istenmeden de olsa, insan türünü yok edebilecek bir mikroorganizma ya da bir türün oluşmasına yol açabileceği gerçekleri bize çok uzak değil.
Diğer bir gerçek daha var ki; aynı tarım alanında GDO’lu ve GDO’suz ekimin yapılması halinde çiçek tozları birbirine karışacak ve belki de yıllar sonra sadece GDO tüketir durumda olan bir nesil olacak.
Sonuç
Öyle görünüyor ki GDO dan kurtuluş yok.
Ancak GDO ile ilgili kanunlarda, yönetmeliklerde, kurallarda ve uygulamalarda eksiklikler var. Güven verici nitelikte değiller. Bu yasaların ve kuralların uygulanmasında, bilimsel dayanaklardan faydalanma yeterli düzeyde değil. En önemlisi de bu alanda belirsizliğin ciddi boyutta devam ediyor olmasına rağmen GDO’lu ürün üretiminin artıyor olması.
Biyoteknolojiye yatırım yapanlar ve GDO’lu ürünleri yaygınlaştırarak ticaretini yapanlar dünya gıda devleridir. GDO tohumlarının yaygınlaşması ile 10 bin yıldır sürdürülen ve ekilen ürünlerin tohumlarının çiftçilerce yeniden tohum olarak kullanılmasına dayanan geleneksel tarımsal faaliyetlerinin yerini yeni bir üretim sistemi almaktadır.Artık azgelişmiş ve gelişmekte olan ülke çiftçileri dünya tohum tekellerinin merhametine terk edilmektedir.
BM Gıda Örgütü’ne göre dünyadaki tarımsal üretim şu anda 10 milyar insanı besleyecek durumda. Yani dünyada açlığa neden olacak bir gıda maddesi eksikliği söz konusu değil.
Açlığı bahane eden büyük şirketler kendi söyleyemediklerini akademisyenlere söyletmektedirler.
Dünyada teknolojik gelişmeler genellikle silah alanında olmuştur. GDO da bu alana kaymaktadır.
Açlığın sosyal bir sorun olduğunu dile getriren sivil toplum kuruluşları (STK), bunun teknolojik bir sorun olmadığını sosyopolitik bir durum olduğunu ısrarla vurgulamaktadırlar.
Daha fazla kar elde etmeyi amaçlayan şirketlerin amacı, açlığı önlemek ve çocuklardaki A vitamini eksiliğini giderebilecek bir çalışmalar yapmak değildir. Bu durum onların umurlarında bile değildir.
STK’lara göre onların bu açıklamaları, “GDO’lu ürünlerin kamuoyu nezdindeki meşruluğunu artırmak için yapılan beyhude bir çabadır.”
Diğer yandan gıda maddesi veya hayvan yemi olarak kullanılan GDO’lu ürünlerin uzun dönemde insan sağlığı üzerindeki muhtemel etkileri ise hala bilinmemektedir. GDO’lu ürünlerin tüketiminin bir iki nesil sonra insanlar üzerinde kanser, kalp krizi, alerjik hastalıklar ve kısırlık gibi yan etkilerinin olabileceğine ilişkin iddialar ve araştırmalar ciddiyetini korumaktadır.
Daha da önemlisi, GDO’lu ürünlerinin geleneksel yolla binlerce yıldır üretilen organik ürünler kadar insan sağlığı için güvenli olduğuna ilişkin ikna edici bilimsel araştırmalar henüz yoktur.
Bu gelişmelere işaret edenler ayrıca şu tehlikelere dikkat çekiyorlar:
Atomu keşfetmiş, ardından atom bombasını icat etmiş insanoğlu bilimsel buluşları her zaman insanlığın yararına kullanmadığına göre, genetik mühendisliği ve biyoteknolojideki buluşların daima insanlığın yararına kullanıldığını ve kullanılacağını, örneğin bir biyolojik savaşta asla insanlığın zararına kullanılmayacağını kim garanti edebilir?
Bazı devletlerin, diğerlerine hükmedebilmeleri için, genetikteki çalışmaları gizlice insanlar üzerinde uygulamayacağını, örneğin sıcak bir savaşa bile gerek görmeden belirli uluslara ya da toplumlara ait insanların gizlice bazı yeteneklerini köreltmek veya onlara bazı davranış biçimlerini aşılamak gibi uygulamalarda bulunmayacağını kim garanti edebilir?
Genetik yapısı değiştirilmiş bir bakteri hastalığa yol açarsa, muhtemelen insan vücudunun buna karşı savunmasız olacağından dolayı bu bakterinin yol açacağı hastalıktan insanlığı biyoteknoloji kurtarabilecek midir?
Mutasyona uğratılmış virüs ve bakterilerin laboratuvar dışına taşınmayacağını veya kazara da olsa laboratuvar dışına çıkmayacağını kim garanti edebilir?
Teknoloji tüm alanlarda yenilikler getirmekte olup bu yenilikler kimi alanlarda avantajlar sunarken kimi alanlarda da dezavantajlar içerebilmektedir. Teknolojinin beraberinde getirdiği bu dezavantajların zararını azaltmak veya yok etmek veya kötüye kullanılması ihtimalinin önüne geçmek için yapılacak olan hukuki düzenlemelerin önemi büyüktür.
Öncelikli olarak ülkemizde mevcut gen kaynaklarını koruyucu tedbirler almak, bu konuda çalışmalar yapmak, GDO konusunda da daha şeffaf ve gerçekçi çalışmalara yönelmek zorundayız.
GDO konusunda ülkemizde toplumsal bir hassasiyetin olduğu ve bu hassasiyetten ötürü son zamanlarda doğal ürünlere ve organik gıdalara olan talebin arttığı gözlemlenmektedir. Bu toplumsal hassasiyet dikkate alınarak; özellikle ithalatta güvenilirlik, kontrol ve uygulama konuları başta olmak üzere ihtiyat elden bırakılmamalıdır. Hele de çok sayıda yabancı veya yabancılaşmış firmanın cirit attığı ülkemizde.
Gıda gibi önemli bir konu da “ALO 174 Gıda Hattı” vasıtasıyla tüketiciler de denetime katılmaktadır. Ancak eğitim ve bilgilendirme eksikliği göze çarpmaktadır. Bilinçli tüketici profili süreklilik arz etmemektedir. Bu alandaki bilinç eksikliği giderilmeli, sürekli eğitim verilmeli, okullara ders olarak koyulmalıdır.
“GDO Taraftarı ülkeler” ve “İhtiyatlı Yaklaşan ülkeler” olarak ikiye ayrılan GDO dünyasında, ihtiyatlı yaklaşanlar gitgide GDO taraftarı ülkelere yaklaşan bir tutum içerisindedirler. GDO ekim alanının, 2015 yılında 40 Ülkede 200 milyon hektara çıkmış olması bunun net göstergesidir.
Yazının devamını BURADA bulabilirsiniz.