Anladım ki bir seyahat, öyle alelade bir zamanda kaleme alınmazmış. Şimdi ise tam sırası…
ORTA AVRUPA’DA BİR MİNİK DİYETİSYEN
31 Ocak Pazar sabahı Sabiha Gökçen Havaalanına doğru giderken, sevgili dostum Cansu’yla ancak bir hayalin peşinden gitmenin ne demek olduğunu bilen insanların tadabileceği o inanılmaz duyguyu paylaşıyorduk. Ta geçen yıl Nisan ayında Türk kahvelerimizi yudumlarken birbirimizin gözlerine bakarak demiştik : “ Bu iki kız yurt dışına çıkacak, birlikte ve keyifle…”
İşte gidiyorduk, bavullarımızın yarısı yiyecek dolu, elimizde anı defterlerimiz, içimizde merak, heyecan, dostluk, muhabbet…
Pasaportlarımızı, Eurolarımızı kontrol etmiş, biniş kartlarımızı almış, uçaktaki yerimize oturmuş, THY’nin hoş misafirperverliğiyle uçuyorduk Viyana’ya doğru.
İnişe geçtiğimizde şehrin kuşbakışı görünümü bile bizi büyülemeye yetmişti. Elle çizilmişçesine düzenli bu şehirde tek katlı dik çatılı evlerin olduğu şirin kasabalar yemyeşil bir halı üzerine serpilmiş gibiydi.
Grupla Tanışma ve Viyana’da İlk Gün
Viyana Havaalanında tur rehberimiz bizi sevecenlikle karşıladıktan sonra çok merak ettiğimiz grup arkadaşlarımızın yanına gittik. Düşündüğümüz gibi aksi yaşlı teyzecikler yoktu, ağzını yaya yaya konuşan ergen tipler de yoktu. Ve işin en tatlı tarafı grubun bekar ve öğrenci olan yegane üyeleriydik
Selfie çubuğuna alışmaya çalışan, iki küçük çocuğuyla gelmiş favori ailemizle tanıştıktan sonra, azıcık da olsa var olan gerginliğimizi attık.
Rehberimiz Bülent Bey’in bilgilendirici hoş sohbeti eşliğinde kısa bir otobüs yolculuğunun ardından “ Ressam özgür olmak istediği evler ve mimariler hayal eder ve bunları da gerçekleştirir.” Sözünü ilke edinmiş bir inşaat işçisinin, şehrin dokusunu bozduğuna inandığı modern(!) ve gri yapılara bir başkaldırı niteliğinde yaptığı o rengarenk çılgın evi (Hundertwasser Evi) ziyaret ettik. Evin içinin birçok çeşitte bitkiyle sarılı olduğunu ve içinde halen insanların yaşadığını duyup şaşırdık.
Alt kısmındaki hediyelik eşya dükkânlarından ise sevdiklerimiz için küçük hatıralar biriktirmeye başladık.
Avrupa’nın Hürrem’i Kraliçe Sisi’nin hayat hikayesi eşliğinde, dönemin kışlık sarayı olarak kullanılan Hofburg Sarayı’nı ziyaret ettik. Viyana Üniversitesi’nden Parlamento Binasına şehir turumuzu tamamladıktan sonra Schnitzelleriyle ünlü bu şehirde akşam yemeğimizi yiyip otelimize doğru yola çıktık.
Viyana’da 2. Gün
Seyahatin yorgunluğuyla deliksiz bir uyku çektikten sonra, hayatımda ilk defa farklı bir ülkede uyanmanın tadını çıkardım. Cançu’yla üstümüzü giyindikten sonra sırt çantalarımıza yanımıza aldığımız yiyecekleri doldurup heyecanla kahvaltı salonuna indik. Kahvaltı saatini biraz kaçırdığımızdan mütevellit garson hanım bizi azarlar gibi olsa da moralimizi bozmayıp umarsızca kahvaltımızı yaptık. ^.^
Tatlı bir yağmur eşliğinde kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra tramvaya binip 1. Viyana bölgesine gittiğimizi zannediyorduk ki, tramvaydaki Türk popülasyonu git gide artar oldu. Yurt dışında Türk gören masum turistler olarak gurbetçi amcalarımızla konuşunca tamamen ters yöne geldiğimizi anladık. “Sıkıntı yok, dünya dönsün!” felsefemizle yolumuzu bulduk ve hedefimize ulaştık. J
Aziz Stephan Katedrali’ni ziyaret edip ayinlerine tanıklık ettikten sonra Karlplatz’da vakit geçirdik. Karlplatz dediğim bir sürü ünlü markanın, asortik mekanların olduğu tarihi bir cadde. Caddenin altında ise Vebadan ölen insanların olduğunu öğrenince irkilmedik değil. Caddenin orta yerindeki Veba Anıtı ise Avrupa’nın kasvetli,hastalıklı ve medeniyetin uğramadığı zamanlarını unutturmak istemez gibiydi.
Alışverişlerimizi yapıp bol bol fotoğraf çektikten sonra, katedrale karşı annemin BİM’den aldığı yaprak sarma konservelerini yiyerek Aziz Stephan’ı kabrinde ters döndürdük. Öğrenciyiz aç mı kalalım canım ?
Peri Masalı Gibi Bir Şehir : Cesky Krumlov
Viyana’nın tarih kokan fakat gri yapısından sonra yol üzerinde uğradığımız bu şehir birkaç saatliğine de olsa hayatımıza unutulmaz bir renk kattı. Bu hiç bozulmamış Ortaçağ şehrinde kendinizi zaman makinesinde hissetmemeniz elde değil. Bir Dünya mirası olarak UNESCO tarafından korunan masal şehrinden geriye işte bu harika fotoğraflarımız kaldı bize…
Tepeleri Şiir Kokan Şehir : Prag
O hiç bozulmamış rengarenk binaları,şehrin ortasına konumlanmış dünyanın en büyük astronomik saati, sokaklarda sıcak hamur ve şekerin aşkla birlikteliğinden oluşmuş Tredelnik’in o enfes kokusuna sokak sanatçılarının müzik ziyafetiyle eşlik edişi…
Nice aşığın sevgisini ölümsüzleştirmek için birer kilit astığı nehir kenarının ardından sevgili Kafka’nın bir otobiyografi tüneli şeklinde hazırlanmış muazzam müzesi… Nazım Hikmet’in unutulmaz şiirlerini kaleme aldığı tepelerde dolaşırken, insan düşünmeden edemiyordu:
“ Bu şehirde yaşayıp aşkla dolmamak,sanatla harmanlanmamak,bir sanat eseri ortaya koymamak mümkün mü? Dört yanına gülücüklerimizi, heyecanlarımızı,hayallerimizi bıraktık. Sar sarmala hayallerimizi masal şehir! Ruhunda rengarenk evleri olan özel insanlara, o evlerde bir oda daha açsınlar diye kapını aç!”
Muziplik Şehri Bratislava
Prag’ta dolu dolu geçen günlerimizin ardından Budapeşte’ye doğru yol alırken yol üzerinde Slovakya’nın sessiz sakin başkenti Bratislava’ya uğradık. Başkent dediğime bakmayın daha çok emekli olunca bağı bahçeyi satıp yerleşmelik bir kasabaya benziyordu. Napolyon’la az biraz hasbihal edip, Sebastian’a ülkemizde uğruna yazılan şarkıyla serenat yaptıktan sonra, şapkanın altında poz verip aşklarımızı ölümsüzleştirdik. “ Kadınların bacaklarını seyreden kanalizasyon işçisi “ heykelini azarlamayı da unutmadık. Dünya’nın merkezi olarak kabul edilen bölgede özçekimden de eksik kalmadık.
Günlerdir konserve, bisküvi , meyve ve otellerde bulursak bayram ettiğimiz yumurtalarımız dışında bir şey yiyemeyen biz, bir balıklı tost bir de bizde pişi olarak bilinen”langoş” satın aldık. Balıklı tost deyince biz masum turistlerin gözünde canım Eminönü balıkçıları dört dönerken, çiğ çiğ önümüze konulan balıkları Allah affetsin çöpe attık gitti.
Langoş ise o an dünyanın en lezzetli yiyeceğiydi bizim için… J
Tuna’nın Kraliçesi : Budapeşte
Belki de tüm gezi boyunca bende en çok iz bırakan… Tuna’nın Kraliçesi,incisi… Nehrin iki yanındaki Buda ve Peşte bölgelerini inanılmaz bir mimariyle inşa edilmiş köprülerle birbirine bağlayan, ne kadar silmeye çalışsalar da hala Osmanlı’nın izlerini taşıyan, ömrümde gördüğüm en güzel ışıklandırmaya sahip şehir…
Tekne turunda sevgili dostumla portakal sularımızı yudumlarken ahh dedik keşke… Keşke yine bizim olsan güzel şehir!
Tarihi yapıları, acı biberleri, lavantaları, lezzetli macar salamı,yumurtalı ekmekleri, nehir kenarındaki martıların sesine karışan sokak müzikleriyle bizi kendine hayran bırakan bu büyüleyici şehre yeniden, yeniden ve yeniden gelmek isterdim.
Budapeşte, güzelsin ; neredeyse İstanbul kadar!
Ve Yeniden Türkiye…
- gün sonunda kürkçü dükkanına dönüş vakti gelmişti bile… Medeniyetlerin kültür deryasında harmanlanıp, yepyeni şehirler, yüzler,sesler tanımış ; gelecekte torunlarımıza anlatacağımız birçok anı biriktirmiştik.
Fakat altın kafese konan bülbül misali, şu kısacık süre ezan sesine, turşuya kuru fasulyeye, misafirperverliğe, samimiyete hasret kalmamıza yetmişti…
Kafamızın içinde adeta mehter marşı, neredeyse taşı toprağı öpecek vaziyette güzel memleketimize ulaştık.
Seyahat güzel, yeni ülkeler tanımak güzel, onlarda üstün olanı örnek alıp, ülkemize getirmek ise umut verici. Ama seyahatin vatan toprağına dönüş vakti hepsinden daha güzelmiş.
Sevgiyle…
Ayşenur ŞAHİN
Genç Diyetisyenler.com Yazarı
[gview file=”https://www.gencdiyetisyenler.com/wp-content/uploads/2016/05/Orta-Avrupada-Bir-Minik-Diyetisyen.docx”]